Yazmak..
Ne kadar zordur ve yazmasini bilene ne kadar keyiflidir. Bir dergide cok
begendigim bir yazinin yazarini ya da yazdigi kitaplarla her zaman en cok satanlar
listelerinde hep tepelerde olan yazarlari her zaman kiskanmisimdir. Dusunsenize
, aklinizdan gecenleri kelimelere dokuyorsunuz ve binlerce belki milyonlarca
insan yazdiklariniza hayran kaliyor ve belki de bazilarinin hayatlarina
dokunuyor ya da hayatlarini degistiriyorsunuz. Bunun kesinlikle cok ozel bir karsiligi
olmali yazanda. Zaman zaman bunu yapabilecegimi dusundum. Evet belki cok komik
ama aklimin ucundan gecirdim. Ama sonra hep vazgectim. Cunku bunu yapmak cok
zor, yolu cok uzun ve ben su anda o yolu yuruyebilecek biri degilim. O yuzden
kendi blogumda (kimse okumasa dahi) kendi kendime istediklerimi, aklimdan
gecenleri yaziyorum. Ve gercekten bazen terapi gibi geliyor. Yazabilmek,
aklindakileri bir metine dokebilmek harika bir sey. Bunu birinin okumasi
elbette cok guzel olur ancak okunmasa bile yazabilmek kesinlikle mutluluk
veriyor. Blogda yine uzun sayilabilecek bir zamandan beri yazmayi birakmistim.
Ama bugun itibariyle geri donuyorum. Kimse okumasa da olur. Ben kendimi mutlu
hissedecegim o bana yeter…
18 Aralık 2017 Pazartesi
YAZMAK VE MUTLULUK
1 Ağustos 2017 Salı
POYRAZ KARAYEL
Memlekette her sene 10 larca dızı cekiliyor ve binlerce oyuncu izliyor, milyonlarca replik duyuyoruz. Bunların %95 i izledikten belki 1 saat sonra sabun köpüğü gibi bir süre aklımızdan çıkıp gidiyor. Pek azını da yıllar geçse de unutamıyoruz. Benim kişisel hafızamda unutmadığım diziler "İkinci Bahar, Ezel, Tatlı Hayat, Super Baba, Hatırla Sevgili, Çemberimde Gül Oya" olarak yer almış vaziyetteler. Ancak bunların ötesinde bir dizi var ki sanırım ömrü hayatım boyunca başka diziyi bu dizinin önüne koyamayacağım. Onun adı "Poyraz Karayel" . Ne mi buldum Poyraz Karayel de? Mesela harika oyunculuklar buldum. Evet İlker Kaleli bir çok insan için bu dizinin en beğenilen oyuncusuydu ancak şahsi fikrim Burçin Terzioğlu'nun bu diziyle beraber oyunculukta zirveye ulaştığıdır. Mimikler, konuşmalar, her duygu için ayrı bir yüz ifadesi hepsi beraber neredeyse kusursuzdu ve bize tam da gerektiği şekilde o an hangi duyguyu yaşıyorsa hepsini geçirebildi Burçin Terzioğlu. "Ayşegül" karakteri sanki onun için yazılmıştı ve sanki bir bütün olmuşlardı. Mesela şu sahne nasıl bu kadar sahici nasıl bu kadar duygu yüklü oynanabilinir ki! Her izleyişimde daha fazla hayran kalıyorum.
Ya müzikler? Bu sahneler bu kadar duygu yüklüyse müziklerin de bunda katkısı çok büyük. Alper Göltekin ve Zeynep Alasya isimlerini pek çoğumuz hatta hiç birimiz bilmiyoruz muhtemelen. Ama bu dizi için öyle müzikler yaptılar ki diziyi izlemeden bıle tek başına bu müzikleri dinlemekten kendini alıkoyamıyor insan.1 saat 18 dakıkalık müzik ziyafetini de şöyle kenara koyalım.
Son olarak replikler. Poyraz Karayel replikleri öyle replikler ki daha once bir dizide filmde ne bileyim günlük hayatta bile duymuş olmanız imkansız, Ethem Özışık ın bu konuda hakkını vermek lazım. Çok uzun uzadıya bahsetmek ıstemiyorum zira izlemeyenler için "spoiler" vermek hoş olmayabilir. Kendime kötü kelimeler söyletmek istemem :)
Dizi tarihimizden bir Poyraz Karayel geçti. Ve iyi ki geçti. Baksanıza dizi geçen sene bitti ama ben hala bu diziyi yazmak, izlemek istiyorum. Elinize sağlık albayım :)
Etiketler:
Ata Berk Mutlu,
celil nalçakan,
emel çölgeçen,
ethem özışık,
ilker kaleli burcin terzioğlu,
musa uzunlar,
oğuz atay,
poyraz. karayel,
poyrazkarayel,
sinan karayel,
tehlikeli oyunlar,
tutunamayanlar
30 Temmuz 2017 Pazar
TÜRKİYE AHLAK VE CİNSELLİK
Heralde hepimiz daha çocuk yaşlarda nasıl dünyaya geldiğimizi merak etmişizdir. Çocuk yaşlarda olmayan bilgimizle bir canlının nasıl dünyaya geldiğini anlamak elbette pek kolay olmuyor. Memleketimizde bu soru çocuk tarafından anne veya babaya sorulduğunda verilen en popüler cevap "leylekler getirdi" cevabıdır muhtemelen. Çünkü daha çocuk yaşlarda bize öğretilen (ya da dayatılan) şey cinselliğin kesinlikle "ayıp" bir şey olması ve konuşulmaması gerektiği. Hal böyle olunca bu zihniyetle yetişen bir insanın kendi çocuğu bu soruyu kendisine sorduğunda vereceği cevap tabii ki "leylekler getirdi seni evladım" gibi çocukca bir cevap olacaktır.
Peki yıl olmuş 2017 hala bu durum böyle mi diye soracak olursanız, cevap veriyorum : evet.Ve hatta daha da kotuleserek. Örneğin bugün hala bekar ama bakire olmayan kadına memleketin pek çok yerinde maalesef ve maalesef "kötü kadın" (en kibar şekliyle) gözüyle bakılmaktadır. Çünkü yine bize küçük yaşlardan itibaren öğretilen (dayatılan) sey bir kadın evlenmeden önce asla ilişkiye giremez. Ancak erkek evlenmeden önce pekala istediği kadar kadınla sevişebilir de ilişkiye de girer. Çünkü erkeğin yırtılacak bir zarı yok. Erkeğin cinsel organından "gerdek gecesi" sonrası çarşafına kan bulaşması beklenmiyor. Yazarken bile müthiş rahatsızlık duyduğum bu durumun ülkemizde hala bu kadar yaygın olarak kabul görmesi insanın sinirlerine oldukça fazla hasar veren bir durum. Ata erkil bir toplumda yaşıyorsanız bu düşüncenin yaygın şekilde kabul görmesini normal bulabilirsiniz. İşte en büyük hata da burada. Böyle yanlış bir düşüncenin yaygın şekilde kabul edilmesini "ama biz ataerkil bir toplumuz" diyerek doğru gibi gösteremezsiniz. O zaman hayatta yapılan her yanlış için bir mazaretimiz olsun ve biz bunu kabul ettirelim ve kendimizi affettirelim. Yanlış düşüncenin, eylemin hiç bir şekilde "ama" sı olamaz. Yanlış yanlıştır. Erkek sadece erkek olduğu için bu hakkı elde edemez. Eğer böyle bir hak varsa her 2 cinsiyet için de olmalıdır.
Tabi bu yanlışın devlet destekli bir yanlış olduğunu söylemek gerek. Mevcut iktidarın bu konudaki görüşleri hepimizce malum ve süpriz değil ancak bundan önceki iktidarların da bu konuyla ilgili olarak hep mesafeli ve ilgisiz olduklarını da söylemek lazım. Eğer baştan berı ya da yıllardan beri bu eğitim doğru bir şekilde verilebilseydi belki bugün farklı bir anlayışa sahip bir toplum olabilirdik.Yani Avrupa'da birisine Türkiye'de olan şu durumu anlatıp fikrini sorsanız heralde kahkalarla güler. Çünkü böyle bir problem hele ki bu çağda olamaz. Avrupa ahlakı toplumda "ahlaksızlık" olarak görülse de işin aslı bu değil. Elbette her toplumda ve ülkede ahlaksız insan var. Ancak bu insanların var olması toplumun tamamının böyle olduğunu göstermez. Bu, bize gösterilen bir aldatmacadan başka bir şey değil. Demek istediğim hadi herkes birbiriyle sevişsin, kimin eli kimin cebinde belli olmasın değil. Zaten olayın saçmalığı da burda. Toplumda kabul görene göre bir erkek ile bir kadın aynı evde yaşayamaz, bu ahlaksızlıktır, Peki biz sevdiğimiz kadını/erkeği nasıl tanıyacağız? Parkta oturarak, muhallebici de muhallebi yiyerek ya da sinemada. Ayrıca zannediyormusunuz ki toplum olarak bu tip yasakları koyduğumuzda bu olaylar yaşanmıyor? Aksine daha çok yaşanıyor. Ayrıca hiç düşündünüz mü ülkede neden sürekli boşanma oranı artıyor? Çünkü insanlar birbirini tanımadan evleniyor. Çünkü evlilik muhallebi yiyerek karar verilecek bir mevzu değildir. Evlenip evin kapısını kapattıktan sonra neler yaşanacağını muhallebi yaşayarak öğrenemezsin. Ancak aynı evde yaşayarak öğrenebilirsin. Ayrıca insanın sevdiğinin yanında olması ahlaksızlık değildir. Ahlaksızlık beyinde kendinden başka herkesi ahlaksız olarak düşünmektir. İslam gibi ahlakı en güzel anlatan bir dinin mensubu neyin ahlak olup olmadığını bilmeli. Ama biz gerçeğe değil hurafelere inanıyoruz. Bu yüzden bu ülkede bu kadar çok sahte hacı hoca var. Bu yüzden insanlar hala çok kolay kandırılıyorlar. Çünkü insanlarımızı eğitmiyoruz. Özellikle kırsal kesimlerde insanlar sağdan soldan duydukları saçma sapan hurafelerle yetişiyorlar ve bunu gerçek olarak kabul ediyorlar. Başka bir örnek verecek olursam Konya ülkenin en "muhafazakar" şehirlerinin başında gelir ancak alkol tüketiminin en fazla olduğu şehir de Konyadır. Ya da ne bileyim bu çağda herkes uzayda hayat ararken hala "sakız çiğnemek orucu bozar mı?" gibi soruları duymak size de komik ve utanç verici gelmiyor mu?
Konuyu dağıtmadan geri dönersek, başından beri anlatmaya çalıştığım şey şu. Öncelikle bir temel argümanı unutmamak lazım. Bir şeyi ne kadar çok yasaklarsan o kadar çok merak uyandırır. Bizim anlayamıdığımız da bu. Bir şeyi yasaklayarak o şeyi çözdüğümüzü zannediyoruz. Bunun yerine o şeyin neden zararlı olduğunu eğitimlerle ve doğru bir şekilde anlatsak hiç bir sorun kalmayacak. Ama önce neyin doğru olduğunu anlamamız gerekiyor. Üzülerek söylemeliyimki ahlak anlayışımız çok yanlış ve bu anlayış günden güne toplumda giderek daha da yanlış noktalara gidiyor. Son örnekte gördünüz Maçka Parkı'nda güvenlik görevlisi parkta gezen bir kadının kıyafetine karışma haddini kendinde buluyor ve bu kıyafetle parkta gezemezsin diyor. Bakın bu bir suçtur. Kimse kimsenin giydiği kıyafete karışamaz. Bunun ne kadar tehlikeli bir durum olduğunun farkına varmamız lazım. Günden güne "muhafazakarlık dindarlık" adları altında daha çok yobazlaşıyoruz. Gerçek din gerçek ahlak bu değil. Başkasının kıyafetine karışan adamın kendi karısına kızına kız kardeşine uygun gördüğü 3 sınıf hayat değil ahlak. Bunların artık hayatımızdan çıkması gerekirken daha da fazla hayatımıza monte edilmesine izin vermemeliyiz. Bu çağda artık bu utanç verici konular hayatımızdan çıksın. Bırakın insanlar ne giymek istiyorsa giysin Kiminle nerede nasıl yaşamak istiyorsa yaşasın. Kimse kimsenin ne dininden ne günahından ne de sevabından sorumlu değil. Esas bunu yapmak büyük ahlaksızlık. Ahlak demek iyiyi, doğruyu yapmaktır. Ahlak demek insanlara saygılı olmaktır. Ahlak demek başkalarının hakkını korumak demektır. Ahlak demek çalmamaktır, çırpmamaktır, Ahlak demek onurlu bir yaşam demektir. Umarım bir gün Türkiye'de tüm bu konular doğru bir şekilde anlaşılır ve uygulanır. Buna hepimizin ihtiyacı var.
Konuyu dağıtmadan geri dönersek, başından beri anlatmaya çalıştığım şey şu. Öncelikle bir temel argümanı unutmamak lazım. Bir şeyi ne kadar çok yasaklarsan o kadar çok merak uyandırır. Bizim anlayamıdığımız da bu. Bir şeyi yasaklayarak o şeyi çözdüğümüzü zannediyoruz. Bunun yerine o şeyin neden zararlı olduğunu eğitimlerle ve doğru bir şekilde anlatsak hiç bir sorun kalmayacak. Ama önce neyin doğru olduğunu anlamamız gerekiyor. Üzülerek söylemeliyimki ahlak anlayışımız çok yanlış ve bu anlayış günden güne toplumda giderek daha da yanlış noktalara gidiyor. Son örnekte gördünüz Maçka Parkı'nda güvenlik görevlisi parkta gezen bir kadının kıyafetine karışma haddini kendinde buluyor ve bu kıyafetle parkta gezemezsin diyor. Bakın bu bir suçtur. Kimse kimsenin giydiği kıyafete karışamaz. Bunun ne kadar tehlikeli bir durum olduğunun farkına varmamız lazım. Günden güne "muhafazakarlık dindarlık" adları altında daha çok yobazlaşıyoruz. Gerçek din gerçek ahlak bu değil. Başkasının kıyafetine karışan adamın kendi karısına kızına kız kardeşine uygun gördüğü 3 sınıf hayat değil ahlak. Bunların artık hayatımızdan çıkması gerekirken daha da fazla hayatımıza monte edilmesine izin vermemeliyiz. Bu çağda artık bu utanç verici konular hayatımızdan çıksın. Bırakın insanlar ne giymek istiyorsa giysin Kiminle nerede nasıl yaşamak istiyorsa yaşasın. Kimse kimsenin ne dininden ne günahından ne de sevabından sorumlu değil. Esas bunu yapmak büyük ahlaksızlık. Ahlak demek iyiyi, doğruyu yapmaktır. Ahlak demek insanlara saygılı olmaktır. Ahlak demek başkalarının hakkını korumak demektır. Ahlak demek çalmamaktır, çırpmamaktır, Ahlak demek onurlu bir yaşam demektir. Umarım bir gün Türkiye'de tüm bu konular doğru bir şekilde anlaşılır ve uygulanır. Buna hepimizin ihtiyacı var.
Etiketler:
ahlak,
alkol,
Blog,
cinsellik,
din,
güvenlik görevlisi,
islam,
kadın,
kafaminicindekiler,
konya,
maçka,
maçka parkı,
Türkiye
25 Temmuz 2017 Salı
FATIH TERIM ARDA TURAN VE ADAMLIK
96 yilinin Haziran ayi. Turkiye ilk defa bir Avrupa Sampiyonasi'na katiliyordu. Euro 96 yasi 7 olan icin de 70 olan icin de bir ilkti. Daha once hic birimiz Avrupa Sampiyonasi'na katilma heyecani tatmamistik. Herkeste bu tarihi sampiyonanin heyecani fazlasiyla vardi. Ve o gun geldi catti. Ilk macimiz olan Hirvatistan maci 86. dakikaya kadar 0-0 devam ederken 86. dakikada kendi yari sahamizda bir anda bombos kalan ve kalemize dogru ilerleyen Vlaovic'e faul yapmayarak ilerlemesine engel olmayan Alpay Ozalan ve sonrasinda topun aglarimiza gidisi.
Bu olay sonrasi aslinda turnuva bizim icin orada bitmisti. Euro 96 evet Turkiye icin ilk Avrupa Sampiyonasi deneyimiydi ancak kime sorsaniz bu sampiyonayi ilk Avrupa Sampiyonasi deneyimi olarak degil Alpay Ozalan'in yapmadigi faul ile hatirlayacaktir. Alpay Ozalan yapmadigi faul nedeniyle daha sonra fair play odulune layik goruldu. Peki bu fair play odulu alan Alpay Ozalan'i Milli Takim'a alan ve oynatan kisi kimdi? Tabii ki simdi restaurant basmasiyla meshur Fatih Terim. Ne ilginctir ki bugun kendisine mektup yazarak cevap verdigi Hurriyet Gazetesi kose yazari Rustu Recber de ayni Milli Takimin kalecisiydi.
21 yilda cok sey degisti, koprunun altindan cok sular akti. Fatih Terim sonrasinda Galatasaray ile UEFA Kupasi zaferi yasadi, Italya da Fiorentina ve Milan'i calistirdi. Rustu kisa surede olsa Barcelona da top kosturdu. Alpay ise diger ikisine nazaran daha alt seviyede bir kariyer gecirdi. Simdi hepsi bambaska yerlerde bambaska hayatlar yasiyorlar. Bugun Barcelona da top kosturan ve adamligiyla (!) nam salmis futbolcu Arda Turan ise bu turnuva oynanirken henuz 9 yasinda muhtemelen
Galatasaray minik takiminda futbolcu olmaya calisan bir cocuktu.
Konumuza gelirsek, Arda Turan sayesinde gormus olduk ki bir kavramin ici ancak bu kadar bosaltilabilir. Zira "ben adamim" demekle adam olunmuyor. Adamlik davranistadir, sozdedir, hareketlerdedir . Sen Turkiye'nin en populer futbolcusu olup ve "ben adamim" diyip ustune ucakta gazeteci doversen herkes sana "ben adamim" dedigin zaman guler. Evet varsayalim o gazeteci sana iftira atti veya hakkinda yalan haber yapti. Elbette hic kimsenin ucakta birini dovmek gibi bir hakki yoktur haddi degildir. Cok klasik olsa da bu ulkenin polisi, savcisi, hakimi var ve bir derdin varsa ancak bu yolla halledebilirsin. Ayrica sen siradan bir vatandas degilsin, sen bu ulkede siyasilerden, basbakandan, cumhurbaskanindan daha fazla takip edilen ve ornek alinan bir futbolcusun. Sadece bu izlenirliligin bile senin bu yaptiklarini engellemeli.
Turk futbolu bugun bir yerlere geldiyse (kendimizi cok yukseklerde
gormemek lazim ancak bundan 30 sene oncesine nazaran cok daha iyi
yerlerde oldugumuzu soylememek haksizlik olur) elbette ki bunda Fatih
Terim'in emegi cok fazla. Bunu kimsenin inkar etmesi mumkun degil. Ancak
bu gercek, baska bir gercegi gormemize engel olmamali. Maalesef ileride
Fatih Terim sadece UEFA Kupasi zaferi ile degil kabadayiligi,
agresifligi, futbolcularla, basinla vb herkesle yasadigi gerilimlerle
hatirlanacak. Milli Takim Teknik Direktorlugu gibi cok serefli bir gorevdeyken (sebebi ne olursa olsun) gidip mafya gibi restaurant basamazsin. Boyle bir seye hakkin yok. Hele hele bugun ayni sey olsa yine ayni seyi yaparim diyerek kendini hic mi hic savunamazsin. Bu ulke Metin Oktay, Baba Hakki, Turgay Seren, Riza Calimbay gibi "ben sporcunun zeki cevik ve ahlaklisini severim"deki butun belirtilen ozellikleri tasiyan sporcular gordu ve bugune geldi. Simdi Fatih Terim ve Arda Turan'in yaptiklariyla bu harika adamlarin biraktiklari miras yerle bir ediliyor. Artik genclere, cocuklara gucluysen her seyi yapma hakkin var mesaji veriliyor ki sanirim en vahimi bu mesaj.
Yil 2017 ve futbol asla sadece futbol degil. Dunya da eski dunya degil. Butun bilgilere, olaylara, yapilanlara cocugu yaslisi herkes 1 tik ile ulasabiliyor. Ve bu durumu daha ileriye gitmek icin kullanmak varken Fatih Terim ve Arda Turan gibi orneklerle (aslinda maalesef daha coklar ancak konumuz Fatih Terim ve Arda Turan oldugu icin onlari ornek gosteriyorum) toplum ahlak erozyonuna ugratiliyor ve giderek birbirinden nefret eden, hak hukuk bilmeyen, ahlaksiz bir toplum olma yolunda ilerliyoruz. Bu nedenle biliyorum imkansizi istiyorum ancak Fatih Terim ve Arda Turan birazcik bu ulkeyi dusunuyorsaniz lutfen ellerinizi cekin Milli Takimimizdan ve futbolumuzdan. Zira memlekette her sey giderek kapkara ve kirli olmusken bari sporumuz temiz kalsin. Az once belirttigim gibi imkansizi istiyorum ama ne yapalim insan umut olmadan yasayamaz ki.. Ileride daha guzel gunler gormek dilegiyle..
22 Temmuz 2017 Cumartesi
GULE GULE HARUN KOLCAK
21 Temmuz 2017 Cuma
AH ESKI GUNLER
Klasik bir cumle baslangicidir. "Bizim zamanimizda" hayat boyleydi, "bizim zamanimizda" sarkilar klasikti vs vs. Bu ornekleri cogalttikca cogaltabiliriz. Peki gercekten boyle midir? Insan oglu yasami boyunca hep eskiyi mi ozler? Kiymetli olan hep eski olanlar midir? Sanirim ulkemiz icin ozellikle son 15-20 yildir degisen toplum yapisi ile beraber bu sorunun cevabi evet. 70 lerin sonu 80 lerin basinda dogup o efsane 90 li yillari unutabilen kac kisi vardir? O donemin o muhtesem sarkilarini, teknolojinin yeni yeni boy gostermesini nasil unutabiliriz? Mesela o donemin cocuklari hem teknoloji olmadan onceki dunyayi gorduler hem de teknoloji ile birlikte degisen dunyaya merhaba dediler. Elbette her donemin kendine gore onemli olaylari, tarihe iz birakan cesitli durumlari olmustur mutlaka. Ama 90 li yillarin bir teknoloji cagi baslangici olmasiyla beraber sanki diger donemlerden biraz daha fazla ayriliyor gibi.
Esas konumuza donersek eger, nedir bu eski sevdasi? Eskiler neden hep ilgimizi ceker? Bunun bence 2 nedeni var. Birinci nedeni yasamin kanunu geregi her gecen yil yaslaniyoruz ve olume 1 adim daha yaklasiyoruz. Insanin bilinc altinda yasinin ilerlemesi ve olum her daim mevcuttur. Bu bilinc altindaki yaklasim bize hep eski gunlere geri donme istegi uyandiriyor ki bu da aslinda gayet anlasilabilinir bir durum. Cunku hepimiz olecegimizi biliyor olarak yasasak ta bu olumun ne kadar gec olursa o kadar iyi olacagini yine bilinc altimizda tasiyoruz. Ikinci nedeni ise donemin getirdigi uretimsizlik, tukenmislik. Artik neredeyse hicbir sey uretilemiyor. Bundan 30 yil sonra hatirlanacak bir sarki soyleyebilir misiniz mesela su anda? Bundan 30 yil sonra "Benzemez Kimse Sana" sarkisi hala soylenirken "Yavrum kaldir kollarini" gibi harika sozleri olan "Bangir Bangir" sarkisini sarkiyi soyleyen Gulsen bile belki hatirlamayacaktir. Eskiden yilda 1 tane mutlaka akilda kalan basyapit bir sinema filmi izlerdik. Peki simdi? Mesela 2017 de hangi film akillara kazindi ve yine bundan 30 yil sonra hatirlanacak? "Recep Ivedik 5" mi? Evet Receo Ivedik mutlaka hatirlanacak ama muhtemelen cocuklarimiz bizi boyle bir filme guldugumuz icin makaraya alip, dalga gececekler. Uretme konusunda daha fazla ornek sayabiliriz pekala baska alanlardan. Ama hepsi ayni kapiya cikacaktir.
Teknoloji cagi bize bir cok hastaligin tedavisinin bulunmasinda cok onemli gelismeler yasanmasini sagladi, insanlarin birbirleriyle olan iletisiminin artik daha hizli ve kolay olmasini sagladi vs vs. Evet teknoloji bize bir cok sey sagladi ama tipki bir ilacin yan etkileri gibi bizde yan etkiler gosterdi ayni zamanda. Artik ayni evde yasayan bir aile birbirinin yuzune degil telefona, bilgisayara veya tablete bakiyor. Iletisim icerisinde iletisimsizlik yasiyoruz. Bu da ailevi iliskilerin zayiflamasina, insanlarin artik aileden itibaren baslayarak birbirleriyle daha az sosyallesmesi ve birbirinden kopmasini anlamina geliyor. Bu nedenle yine "eskiden" ile cumleye baslayip arkadaslarimizla, ailemizle gecirdigimiz guzel vakitlerin anilari ile cumleler kuruyoruz. Teknoloji ile bu kadar icli disliyken onu yerden yere vuracak degilim ve gunumuz insaninin bu hale gelmesinde teknoloji tek suclu degil tabii ki. Insanarin bu kadar cabuk bir sekilde bu duruma uyum saglamasi da "ah bu eskiler" ile baslayan daha cok cumle duymamizi sagliyor.
Tum bu genellemeleri tabii ki sadece Turkiye icin yapiyorum. Dunyada da bu genelde boyle midir bilinmez. Ama gozlemledigim ve gordugum kadariyla gerek toplumun giderek daha fazla degisen (maalesef olumsuz anlamda) yapisi, gerekse her seyi hemen tuketme hastaligi ile beraber sanirim eskileri daha da fazla anacagiz. Ancak su bir gercek ki 2000 li yillarin en azindan yasadigimiz su 17 yillik kismi sanki pek de keyifli anilmayacak gibi. Eskiye ragbet olsa bit pazarina nur yagardi diye bir atasozumuz vardir. Bu gidisle bit pazarlari nurlar icinde kalacak. O zaman bizden de hayatimiza bir sekilde anlam katmis tum "ESKI"lere selam olsun.
8 Haziran 2017 Perşembe
BİR ÇOCUKLUK FENOMENİ EFES PİLSEN'İN ÇÖKÜŞÜ
Her ne kadar cocuklukta spora olan tutkum futbol ile başlasa da daha sonraları içimde oluşmaya başlayan basketbol sevgisi hiç bitmedi ve her gün artarak devam ediyor. Dünyaya bir daha gelsen ne yapmak isterdin diye sorsalar vereceğim yegane cevap bir basketbolcu olmak isteğinden başka bir şey olmazdı heralde. Bizden önceki nesil basketbolu bir televizyon dizisiyle sevmeye başlamıştı ve aslında ülkemizde basketbolun belki de gerçek anlamda kabul görmeye başladığı dönemler tam da bu diziyle başlıyor. Sonrasında ise 90 lı yıllarda o zamanki adıyla Efes Pilsen efsanesi oluştu. Lacivert beyazlı takım her geçen gün yeni zaferler elde ediyor ve adeta tüm izleyenleri büyülüyordu. Sadece futbol ile yatıp kalkan bir ülke için Efes Pilsen'in o zaman yaptıklarının anlamını o gün anlayamamış olabiliriz. Ama bugün arkamıza dönüp baktığımızda Fenerbahçe'nin kazanmış olduğu Euroleague şampiyonluğunun bile temelinin Efes Pilsen'in başardıklarıyla atıldığını söylemek yanlış olmaz. Başta Aydın Örs gibi bir ustanın maharetli ellerine Petar Naumoski, Ufuk Sarıca, Volkan Aydın, Vasili Karasev Conrad Mcrae, Tamer Oyguç gibi yetenekli oyuncular teslim edilince başarı da kaçınılmaz oldu. O takımın Ufuk Sarıca, Vasili Karasev ve Volkan Aydın dan oluşan efsane "Bermuda Şeytan Üçgeni"ni kim unutabilir ki? Ya da Murat Murathanoğlu'nun "Naumoski Naumoski 30 saniye süresinin dolmasına 15 saniye var" ile başlayıp Naumoski basketleriyle biten anlatımlarını. Ve pek tabi Stefanel Milano ile oynanan Koraç Kupası finalini. Son saniyelerin saniyeden ziyaden ömür gibi olması ve çok uzun sürmesi ve sonrasında gelen o muhteşem zafer. Bütün bunları unutmak mümkün değil. Ve bizler o günleri yaşayabildiğimiz, o anlara tanık olabildiğimiz için kendimizi çok şanslı hissetmeliyiz. O dönem bir basketbol takımı değil de sanki bir film izler gibiydik. Biraz Rocky Balboa benzeri bir karakterimiz vardı bu filmde. Tek farkı sürekli dayak yiyip dönen değil günden güne daha iyi daha güçlü hale gelen ve dayak yemeden de kazanmayı öğrenen bir karakterdi bu karakter. Üstelik öyle güzel insanların bir araya gelip oluşturdukları bir karakterdi ki sevmemek mümkün değildi. Beşiktaşlı, Galatasaraylı ya da Fenerbahceli olupta bu takımı desteklemeyen heralde yoktur o zamanlar.
Peki ne oldu nasıl oldu da o muhtesem film karakteri filmin sonunu göremeden öldü? Bir zamanlar filmin başrol oyuncusu olan bu karakterin ölümü 2000 lerin başlarında olsaydı heralde bu ölümle beraber filmin de bittiğini düşünürdük. Ancak şu anda olanlara baktığımızda ana karakterin değil bir yardımcı oyuncunun öldüğünü ve filmin gidişatında herhangi bir etki etmediğini rahatlıkla düşünebiliriz. Aslında durum tam da böyle değil. Efes Pilsen (şimdiki adıyla Anadolu Efes) bu ülkede basketbol denilince bugüne kadar yaptıklarından dolayı her zaman başrolde olması gereken bir takım. Futbolda Türkiye Süper Ligi'ni nasıl 3 büyükler olmadan düşünemezseniz basketbolu da Efes Pilsen olmadan düşünmek yapılabilinecek en büyük yanlışlık olur. Sanki sihirli bir el bu takıma değdi ve tamamen başarısızlığa odakladı. Bu kadar iyi yönetilen bir klubün bu kadar kötü yönetilen bir takıma dönüşmesinin başka açıklamasını bulmak çok zor. Aslında Perşembe'nin gelişi Çarşambadan belliydi ancak bunu görmek istemedi belki de Efes yöneticileri. Zamanında başarılı olmuş kadronun tabii ki başarısızlığını belli oranda göz ardı etmek lazım. Ancak bugün gelinen noktada artık bazı şeylerin değişmesi gerektiği sanırım herkes tarafından anlaşılmıştır. Beşiktaş karşısında alınan hezimet yenilgi ve sahadan çekilmek gibi skandal davranışlar Efes te bir dönemin sonuna gelindiğini bizlere anlatıyor.
Sonuç olarak umarım bizlerin dışarıdan gördüğü bu durumu Tuncay Özilhan başta olmak üzere herkes görüyordur ve gelecek sene bu zamanlarda biz bu yazıyı okuduğumuzda Efes Pilsen'in eski haline dönüşünü kutluyor oluruz. Eh bu yazıya da o özlediğimiz Efes Pilsen'in muhteşem Stefanel Milano galibiyeti ile veda etmek en doğrusu olacaktır. Bu sayede biz de belki biraz çocukluğumuza geri dönüş yaparız. Geri gel çocukluk kahramanım. Her şeyin giderek kötüye gittiği ülkemde sen bari hep güzel kal hep iyi kal. Bizim anılarımızı hep taze tutman dileğiyle..
UNUTMAK
"Unutmak ne zor bir kelime hele bir de sevdanin yükü üzerindeyse" demiş bir şarkısında hapisten geçtiğimiz günlerde tahliye olan Deniz SEKİ. Aşk şarkılarımızın büyük çoğunluğu da hep bize unutmanın ne zor olduğunu, terkedilenlerin terkedenleri ömür boyu unutmayacaklarını falan anlatır. Peki gerçekte durum böyle midir? Gerçekten bu kadar zor unutan bir toplum muyuz yoksa bu hep şarkılarda abartılan sanal bir gerçeklik mi? Cevap veriyorum maalesef ikinci şık.
Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki her gün değil her saat gündemimiz değişebiliyor. Günlerce toplumca konuştuğumuz bir olayı akabinde yaşanan başka bir olay yüzünden hemen unutuyoruz. Günlerce bizim için çok önemli olan konu bir anda bizim için çöp haline geliyor. Ve biz bir daha o konuyu hatırlamıyoruz bile. Bunun bir çok örneğini sayabiliriz. Ama o kadar çok ki hangi birini sayalım? Hatta o kadar çok olduğu için artık neyi unuttuğumuzu unutur hale geldik. Bizi "balık hafızalı toplum" yaptılar zorla. Tabi suç sadece bizi bu hale getirenlerde değil. Suçun asıl büyüğü "balık hafızalı toplum" olmak isteyen bu ülke insanlarında. Herşeyi unutmak sanırım bizim en kolay kaçış yöntemimiz. Biz başa çıkamayacağımızı anladığımız an kaçmayı ve unutmayı tercih ediyoruz. Çünkü bu işimize geliyor. Çünkü sorumluluk duygumuz yok bizim. Anlık tepkilerimizin yeterli olduğunu düşünüyoruz her zaman.
Ne demek istediğimi biraz somut örneklerle açıklayayım. En yakın örneği 16 Nisan 2017 yeni anayasa referandumu. Ne olmuştu bu seçimde? Mühürsüz zarflar geçerli sayılmış ve bu sayede "evet" oylarının arttırıldığı iddia edilmişti. Seçimin hemen ertesinde bir çok açıklama yapıldı. Özellikle muhalefet kanadından "bu işin peşini bırakmayacağız, seçimleri iptal ettireceğiz" tarzı açıklamaları sıklıkla duyduk. Bu yazının yazıldığı tarih itibariyle yeni anayasa referandumunun üstünden neredeyse 2 ay geçti. Peki şu anda bu seçimle ilgili herhangi bir çalışma yapıldığını duyuyor musunuz? Ya da seçimin iptali için şu işlemler yapıldı gibi bir cümle duydunuz mu? Maalesef hayir. Evet Anayasa Mahkemesi'ne bir başvuruda bulunuldu ve reddedildi ama bu sonuç bu konunun kapanması için yeterli mi? Bunun sürekli olarak gündemde tutulması konuşulması gerekmez mi? Bunu yapmadığınız takdirde toplumdan nasıl bir "toplumsal tepki" bekliyorsunuz? Dolayısıyla sonuç olarak ne oldu? Tüm herşey UNUTULDU. Kazanan kazandı kaybeden kaybetti. Twitter dan 1-2 klasik "yarınlarımıza sahip çıkacağız" edebiyatı Facebook'tan 1-2 İzmir Marşı paylaşımı ve kapanış. Birbirimizin gazını almaktan başka yaptığımız hiçbir şey yok. Artık bu durum öyle olağanlaştı ki herkes bunu biliyor ve yapacağını yapıyor söyliyeceğini söylüyor. Çünkü biliyor ki bugün kendisine laf söyleyenler dahil herkes yapılanları ve söylenenleri unutacak. Dün kahraman olup bugün yerin dibine sokulanlar yarın yaptıkları unutulup tekrar kahraman olacaklar. Tıpkı Arda TURAN gibi. Arda TURAN Milli Takım uçağı ile dönerken gazeteci Bilal MEŞE'ye fiziki saldırıda bulundu ve bunu yaptıktan sonra "adamlıktan" bahsederek yaptığından pişman olmadığını belirtti. Kendince haklı sebepleri olabilir. Kavga eden Arda ne ilk ne de son kişi. Ancak bu ülkenin milli takımının kaptanı olan kişi kahvedeki Ali Dayı ile aynı davranışı sergileyemez. Buna hakkı yok. Bu ülke artık sadece güçlünün baskıyla, elindeki güçle, döverek, söverek kendince hakkını(!) koruduğu, güçsüzünse haklı da olsa hakkını koruyamadığı bir ülke haline geldi. Arda ve onun gibiler bu tip hareketlerle bu tezimizi maalesef güçlendiriyor. Güçlüysen hakkını(!) alırsın güçsüzsen haklı da olsan o hak senin değildir. Bundan 1 ay kadar önce Başakşehir futbolcuları yine gazeteci dövdü. Peki sonuç ne oldu? Değil ceza almak karakola bile götürülmediler. Neden? Çünkü onlar futbolcu. Çünkü onlar zengin ve güçlü. Yaptıkları yanlarına kar kaldı. Peki hapishanelerde bugün daha suçunu bile bilmeden yatan yüzlerce gazeteci, sivil insan neden hapiste. Suçu varsa kanıtla tabii ki hapiste yatsın. Ama sen daha yargılamadan hapse atıyorsun ilk mahkemesini 8 ay sonraya koyuyorsun ve eğer o kişi suçsuzsa sırf seni eleştiriyor sana karşı çıkıyor diye aylarca belki yıllarca hapiste yatıyor. Sonra kuru bir özürle geçiştiriliyor. Toplum bunu yapanları eleştirmek veya bulundukları konumdan alınmalarını sağlamak yerine onları baş tacı etmeye devam ediyor. Bütün yapılanlar unutuluyor. Arda TURAN olayı üzerinden devam edersek, bu olay sadece bir futbolcunun gazeteci dövmesi değildir. Bu olay ağızlardan düşmeyen "yeni Türkiye"nin özetidir. Güçlü olan her istediğini yapar ve toplum da buna göz yumar. Şimdi Arda TURAN milli takımı bıraktığını açıkladı. Kendisinin kovulması gerekirken kendisi bıraktı. Kovması gerekenler bunu yapamadı yine.
Umuyorum ve diliyorum lütfen ama lütfen bu defa bu yaşananlar unutulmasın. Bugün haklı olarak yerin dibine sokulan Arda TURAN lütfen bundan 6 ay sonra omuzlara alınmasın. Bu yazı bu olay unutulmasın, unutulursa da bu yazıyla hatırlansın diye yazıldı. Bu ülkenin toplumsal hafızasını güçlendirmeye ve UNUTMAMAYA artık başlaması gerekiyor. Yoksa bir daha geri dönemeyeceğimiz noktalara gelmeye ramak kaldı. Artık kötülerin değil gerçekten "adam" olanların, iyi insanların, ahlaklı insanların baş tacı edilme zamanı. Umarım bir gün bu ülkede geçmişte olduğu gibi sadece güzel insanlar, ahlaklı erdemli insanlar hatırlanır ve yüceltilir.
Etiketler:
Arda Turan,
Bilal Meşe,
milli takım,
Referandum,
Türkiye,
unutmak,
yeni Türkiye
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)